Bir kültür işinden bir başkasına... (bölüm 1)
Pozisyonumun belli bir çalışma düzeni, çalışma saatleri yoktu. Gece etkinlik ya da kurulum olduğunda geç saatlere (gerekirse sabaha) kadar çalışıyor ama mesai almıyordum. Üstüne diğer tüm çalışanlar gibi sabah erken saatte işe gitmem bekleniyordu. İşten çıkış saatim yok ama giriş saatimi kaçırmamalıyım.
1992 yılında Acıbadem’deki bir güzel sanatlar atölyesi ve kursunda gerçekleştirilen bir dizi kültür sanat etkinliğinin programlanması ve organizasyonunda görev alarak kültür sanat alanında çalışmaya başladım. Bir taraftan da askere gitmemek için maden mühendisliği eğitimimi uzatmakla meşguldüm. Okuduğum okulu hiçbir zaman istememiştim ve bu fikrim okurken de değişmedi. Yakın çevremdeki çoğu arkadaşım güzel sanatların bir alanında eğitim almakta ya da çalışmaktaydı. Ben de aslında heykel okumak istiyordum. Ve en büyük ilgi alanım müzikti (özellikle alternatif ve deneysel müzik). MSÜ ve MÜ güzel sanatlar fakültelerinde resim, seramik, heykel bölümlerinde misafir öğrenci olarak pek çok kez derslere girmişliğim vardı, ancak müzik konusunda hiçbir eğitimim yoktu. Yine de mühendislik yapmamayı ve ne olursa olsun sanatla ilgilenmeyi kafama koymuştum. Bu kararımda 21 yaşında babamı kaybetmemin de kolaylaştırıcı etkisi oldu diyebilirim. Babam yaşasaydı çok büyük olasılıkla önce askere gider sonra da bir firmaya girip mühendislik yapmaya başlardım. Ancak karşı gelemediğim otoritesinin ortadan kalkması dışında, asker babamdan kalma cüzi bir maaşım da vardı artık. Böylece ne yapacağımı bulana kadar karşıma çıkan her fırsata balıklama atlamaya başladım. İşkur meslek edindirme kurslarına katılıp grafikerlik sertifikası aldım. Bir akadaşımın grafik atölyesine ortak oldum. Birkaç yıl yoğun olarak tasarım ve uygulama işleriyle uğraştım (Ama hiç para kazanamıyor, şirket statümüz olmadığı için neredeyse hiç tahsilat yapamıyorduk. Bu dönemde para kazanmak için aralıklı olarak boyacılık bile yaptım.) Fanzinlere müzik yazıları yazmaya başladım. Yoğun olarak şiirle ilgilendiğim ve yazdığım bir dönemdi bu ayrıca. Üç arkadaş Ultravizyonist Şiir başlıklı bir manifesto da hazırladık. Çevre hareketine katıldım, ÇEKÜL Vakfı Gençlik Birimi gönüllüsü oldum. Çevre bilincini geliştirmek üzere etkinlikler, içerikler hazırladık, bu çalışmaların grafik tasarımlarını yaptım. Yine bu dönemde müziğe ilgim ve pek çok müzisyenlerle tanışıklıklarım sayesinde başta ÇEKÜL ve Nükleer Karşıtı Platform başta olmak çeşitli sivil toplum örgütlerinin etkinliklerine müzisyen/grup ayarlarken buldum kendimi.
1995 yılında, yani 25 yaşında, babamdan aldığım maaş kesildi (çünkü erkek çocuklar için yaş sınırı bu). Ama sigorta, maaş, gelecek gibi konuları hiç düşünmüyordum. Daha çok gençtik, bunları dert etmek için erkendi. ÇEKÜL Vakfı’nda kadrolu olarak çalışmaya başladım ama gerçekten gülünç bir para ödüyorlardı. Sivil toplum kuruluşları Türkiye’de yeni yeni ayağa kalkıyordu. Ama sigortasız, güvenliksiz, düşük ücretli sömürü düzeninin temeli sağlamdı. Zaten ben de birkaç yıldır gönüllü olarak çatısı altında yer aldığım bir STK’da birtakım işleri halledip, üstüne de azcık para alma kısmına OK’dim. Bir taraftan da Rashit grubunun ilk günlerinden beri yanlarında olan biri olarak grupla ilgilenmeye başladım. Resmi olarak menajerlik gibi bir sıfatım yoktu ama grubun ilk 10 konserini ben ayarladım. Bu yakınlık beni punk camiasına da soktu. Birkaç yıl yoğun olarak punk konserleri düzenledim. Diğer taraftan kavramsal sanat ve performans sanatlarına yoğun bir ilgi duymaya başlamıştım. De.Se isimli bir grup kurduk. Devinim ve ses. Müzik ve hareketin bir araya geldiği doğaçlama performanslar gerçekleştirmeye başladık. Tabii bunun olabilmesi için de haftanın üç günü saatlerce prova yapıyorduk. Performanslarımızın birkaçı hariç tamamını kamusal alanda, korsan gösteriler olarak tasarladık ve uyguladık. Üzerinde günlerce kafa yorduğumuz bir kavramsal çerçeve belirleyerek çoğunlukla sokakta doğaçlama gösterileri yapıyorduk. Birkaç yıl içerisinde gerçekleştirdiğimiz on iki performansın birinde bile parayı düşünmedik. Zaten ücretsiz, izinsiz, korsan gösteriler yapıyorduk. İlerleyen yıllarda performans sanatları ülkemizde bir hayli yol aldı. İlgisini hâlâ yitirmemiş ve gelişmeleri hep takip eden biri olarak söyleyebilirim ki, bizim o yıllarda gerçekleştirdiğimiz performansların birkaçının içeriğine ve uygulamasına hâlâ yaklaşılmış değil. Ama De.Se sokağı ve yeraltını seçtiği için hâlâ literatürde yer almıyor ve yaptıklarımızdan da akademisyenler dahil hiç kimsenin haberi yok.
1996 yılında dört ortak bir organizasyon şirketi kurduk. Ortaklarımın hepsinin başka işleri ve gelirleri vardı. Ben full-time mesaili tek elemandım şirkette. Ama tabii sigorta, Bağ-Kur gibi haklarımı hiç düşünmedim. Aşırı idealist organizasyonlar ile ilgileniyorduk. Türkiye’nin ilk modern dans ve performans sanatları festivalini organize edebilmek için birkaç yıl yoğun mesai harcadık ama başaramadık. Daha çok konser organizasyonu yaptık. Misal Nekropsi grubunun efsaneleri arasında yer alan İTÜ Maçka G Amfisi konserini biz düzenledik. Organizasyon öncesi tüm biletler satılsa bile zarar edeceğimizi biliyorduk. Ama grubun istediği dev barkovizyon perdesi ve cihazın kiralanmasına da hayır demedik. Zaten bu yüzden efsane bir konser olarak anılıyor bu etkinlik. Hiçbir detay eksik değildi. Böyle işler yapıyorduk. Parasında değildik işin. Bu arada ben Objektif ve İhtiyaç Molası gruplarının menajerliğini de yapıyordum aynı zamanda. Onların konserlerinden de bir kuruş kazandığımı söyleyemem. Önce onlar doğru düzgün kazanacaktı ki sıra bana gelsin. Düsturum buydu. Bense para kazanmak için redaktörlük, editörlük işleri almaya başladım, bir yarışma programına soru hazırladım, farklı organizasyonlarda sahne amirliği, rodilik vb işler buldum, kliplerde oynadım… Tabii ki bu işlerin hiçbiri kayıtlı değildi. Çalıştığım ve tanıdığım gruplar üzerinden üniversite kulüpleriyle yakın ilişkilerim vardı artık. Üniversite etkinliklerine de içerik üretiyordum bir karşılık beklemeden. Ama 1997 yılında bir sponsoru ikna etmeyi başardığımız için MSÜ Bahar Şenliği organizasyonunun bir kısmını almayı başardık daha önce grafik atölyesinden ortak olduğumuz arkadaşımla. Tüm 90’lar boyunca koşturup da elime doğru düzgün para geçen tek iş de bu oldu. Borçlarımı kapattım ve askere gittim.
Askerlik de ilginç tabii. 4-5 senedir kültür sanat alanında önüme çıkan her işe atılarak biraz tecrübe edinmiş ve belki de artık bu alandaki kariyerime bir seviye atlatabilecek bir ortam yakalamışken, ortalıktan yok olduğum sekiz ay. Ardından gelen rehabilitasyon süreciyle beraber (alkolizmin kıyısından döndüm) bir yıla yakın bir kesinti. Organizasyon firmamızı bir başkasına devrettiğimizden freelance iş kovalıyordum. Cep telefonlarının ve sosyal medyanın olmadığı bir dünyada, özellikle konser organizasyonu, menajerlik gibi iş alanlarda freelance çalışıyorsanız, bir süre ortada gözükmezseniz sizi kimse hatırlayıp da iş paslamaz. Ama ortalıkta olmak, kendini hatırlatmak için de sosyal ve aktif olmak gerekir ki paran olmayınca bunu da yapamazsın.
Ama sonra işler biraz hızlı gelişmeye başladı. Askerdeyken 2’si şiir, 3 kitabım yayınlanmıştı. Bunlardan biri bir hayli ilgi gördü ve art arda baskılar yapmaya başladı. Askerlik dönüşü biri şiir, 2 kitap daha hazırladım ve basıldılar. Bunlardan biri de bir hayli ilgi gördü, baskılar yaptı. Bir anda nam salmış bir şaire dönüşmüştüm, sokakta yürürken yolumu kesip imza isteyenler oluyordu. Binlerce kitabım basıldı ve satıldı. Ama %7 telif alıyordum. Elime geçen para gerçekten komikti. Batı’da 1000’er adetten on küsür baskı yapmış (bir yerden sonra fotokopiyle çoğaltılmaya başlandı yayınevi tarafından, telif falan da ödenmedi. Bu yüzden baskı sayısını tam bilmiyorum) kitaplara sahip bir yazar/şairseniz hayatınızı rahat rahat idame ettirecek bir geliriniz olabilir. Ve sadece yazmayı sürdürerek bir hayat kurabilirsiniz. Ama ben edebiyat camiasındaki kast sistemine, köşeleri tutmuş ağalara yaranmak için yapılması gerekenlere karşıydım. Dergilere yazı, şiir, röportaj vermiyordum (fanzinler hariç). Jürilere, antolojilere, şiir seçkilerine, şiir günlerine, eş dost ilişkilerine inanmıyor, yarışmalara asla katılmıyordum. Yazar-okuyucu arasındaki samimiyete zarar verdiğini, bir pazarlama stratejisi olduğunu düşündüğüm imza günlerine karşıydım. Buna rağmen çok okuyucum vardı. Bilabedel yayınevimin yayın yönetmenliğini yapmaya başladım. Gelen dosyaları değerlendiriyor, editoryal çalışmalarını ve grafik düzenini de yaparak yayıma hazırlıyordum. Yayınevi bunların karşılığında da bir ödeme yapamıyordu. Bir ara satış noktasında tezgâhtar olarak çalıştım, biraz para kazanabilmek için. Ama bir dükkânda beklemek de pek bana göre değildi. Uzun sürmedi. Kimileri için meşhur şair Tayfun Polat olarak yazma işinden gün be gün soğudum. 25 yaşındayken, eğer 50 yaşına kadar 20 tane kitap yazmayı başarırsam, yazdıklarımın telifleriyle bir emeklilik güvencesi sağlayabilirim diye bir düşüncem vardı. Yazar olmayı ciddi olarak düşünüyordum. Ama 30’uma geldiğimde basılı 5 kitaptan elime pek bir şey geçmemişti ve geçmeyeceği de aşikârdı. Üstüne edebiyat camiasındaki güç oyunlarının çirkinliğini de öğrenmiştim. Yazdıklarımın bu kadar ilgi görmesi de anlamsız gelmeye başladı ve 2000’lerin başından itibaren keskin bir duraklama dönemine girdim.
Devamı... Tayfun Polat hakkında:
1970, İstanbul doğumlu. Kültür sanat alanının, özellikle müzik piyasasının hemen her alanında çalıştı. 5 adet şiir, 2 adet anlatı, 1 müzik kitabı var. Sabahtan sabaha kadar müzik dinlemeye ve yapmaya devam ediyor.